“Bilmezler nasıl aradık birbirimizi,
Bilmezler nasıl sevdik,
İki yitik hasret,
İki parça can.” AA
Şşşşt… Konuşma artık!
O ender gülüşlerin ile içimi ışıtan, ısıtan, neşeye boğan, aşkın kelebeklerini coşturan! Hayat bize geldi. O bile sessiz kalamadı bunca çağrıma, sen kılını kıpırdatamadın mı daha?
Beni kaç kez vurdun! Tam şuradan… Ama ölemedim işte…
Sen, yorgunluğumu dindirecek daldın! Kondum. Kıpır kıpır bir rahat vermedin! Rüzgar dedin, yağmur dedin, yaprak dedin, dedin… Kanatlarıma güveniyordum ben… Ta ki… Bir avcı tarafından vurulduğumda… Kanatlarımdan…
Uçamıyorum artık! Fakat ayaklarım var, o halde yürürüm. İşte o günden beri yürüyorum. Kalkıp yürümeyi de sen öğrettin bana, hatırla! Biz’e çıkan tüm yolları denedim, denenecek başka bir yol daha varsa söyle bana.
Koca yol, kalktı da yerinden ayaklarımıza serildi! Sende çocukça bir ayak diretme hala… Kalk yerden! Kalk, tutun bana. Gücümü paylaşırım. Karşılığında gülüşünü isterim ama. O sıra dışı, yüreğimi aydınlatan gülüşünü!
Senin yol arkadaşın olmayı diliyorum.
Attığın adımlarını, bastığın toprağı, başını kaldırıp gördüğün bulutları, saydığın çitleri, topladığın taşları, kokladığın çiçekleri, çekmeleri su içtiğin, bilmeyi diliyorum.
Hadi yolunu anlat bana. Yalanlarını anlat, kandırılmalarını, aldatışlarını, bağışlanmayı dile… En çok da kendinden!
Sonra dön bana, uzat elini ve al avuçlarına beni! İşte orada, oracıkta artık ölebilirim… Ya da yürüyebilirim. Biz’e…
Ne yani, kanatsız bir meleği sevemez misin?
“Kimsenin yarasına kabuk olmayın, iyileştiği an düşersiniz.” demiş birileri…
Küheylan’a…