“Eğer Sessizliği İsteseydim!”
Sessizlik bazen ilaç gibi gelir insana… işte o zamanlardayım! İçine konuşur durursun… Duan, dileklerin gönül dilinde susar, gerçeğin yalın halini yaşarsın sadece.
“Ne güzel günlerdi” dersin…
“Sevilmenin nasıl hissettirdiğini biliyorum” dersin.
Kadere teslim olmanın huzurundasın. Kalbin rölantidedir. Zaman yavaşlamaktadır sende. Dışarda devam eden hayat ile kesişmeyen, teğet geçen günler yaşarsın. Istırap hali değildir. Acılar yatışmıştır.
Yapacak hiçbir şey kalmamıştır. Sürüklenirsin…
Hatıraların gülümseten hallerine dalarsın sık sık… İşte bu zamanlar yepyeni bir geleceğe evriliyorsundur.
Sisler içinde, zaman zaman nefessiz… Yüreğinin bir ağaç kavuğu misali boşalıp, niyetlerinin yankılandığını duyarsın iç duvarlarında, çarpa çarpa…
Korkun da geçmiştir. Bir ritim duyup uymak istersin yalnızca. Caddeden geçip giden arabaların sesi eşlik eder… Anılar bile silikleşir.
Ve bazen konuşmayı bile unutursun.
Cemal Süreya‘nin şiirine tutunuyorum şu an:
"Şimdi utançtır tanelenen sarışın çocukların başaklarında. Ovadan gözü bağlı bir leylak kokusu ovadan çeviriyor o küçücük güneşimizi. Taşarak evlerden taraçalardan gelip sesime yerleşiyor. Sesimin esnek baldıranı sesimin alaca baldıranı. Ve kuşlara doğru fildişi: rüzgarın tavrı. Dağ: güneş iskeleti. Tahta heykeller arasında denizin yavrusu kocaman. Kan görüyorum taş görüyorum bütün heykeller arasında karabasan ılık acemi - uykusuzluğun sütlü inciri - kovanlara sızmıyor. Annem çok küçükken öldü beni öp, sonra doğur beni."

“Çünkü kısa bir acıdır hayat, uğruna upuzun acılar çektiğimiz. Kısa bir türküdür, bir kez daha söylemek için delirdiğimiz.”
Yılmaz Odabaşı
İşte buydu hissedilenler bende.